Geçmiş zamanda vizyona Geliş (Arrival) adlı bir film girdi. Film uzaylıların dünyaya ilk gelişini konu ediyor. Uzaylılar zamanın olmadığı bir dil konuşuyorlar ve bu dili doğrusal olmayan, dairesel bir yazı ile yazıya döküyorlar. Bunun sayesinde zamanın dışında durabiliyor, geleceği görebiliyorlar. Zamanla, filmin kahramanı dilbilimci Louise Banks dünyaya gelen uzaylıların dilini öğreniyor ve bunun sayesinde o da zamanın dışına çıkabilmeyi, geleceği görebilmeyi başarıyor. Hikayedeki bu anlatı hattına temel teşkil eden fikir dilbilimde Sapir–Whorf Hipotezi diye adlandırılan bir görüş: Dil ve içerdiği yapılar, insanların hem bilgisini hem de sınıflandırma, bellek, algı vb. düşünce süreçleri yoluyla düşüncesini sınırlar ve belirler. Hatta bu görüşe göre daha da ileri gidilebilir: Dilimiz dünyamızı belirler. Bunu Sapir’in 1929’da sarf ettiği sözlerle ifade edecek olursak,
Wittgenstein’ın 1921’de basılan Tractatus’undaki “Die Grenzen meiner Sprache bedeuten die Grenzen meiner Welt” (“Dilimin sınırları dünyamın sınırları demektir” şeklinde çevrilebilir) aforizması da bu anlamda kullanılıyor birçok kez. George Orwell’in 1949’da, yani Sapir–Whorf Hipotezi’nin gözde olduğu 1940’lı yıllarda, yazdığı 1984 kitabı da bu görüşü temel alıyor: Romanın geçtiği totaliter devlette Yenikonuş adlı bir dil kullanılır. Dili devlet kurgulamıştır ve amacı, iktidar partisi İngsos üyelerinin benimsemesi beklenen dünya görüşünü ve düşünceleri ifade edecek bir araç sağlamaktır. Hatta devlet bu dil yoluyla diğer bütün düşünce tarzlarını imkansız kılmayı hedefler; devlet Yenikonuşun söz dağarcığını şekillendirerek yurttaşların düşüncelerini belirler:
Sanatsal ve felsefi bağlantıları sayesinde, sanıyorum dilbilimci olmayanlarda Sapir–Whorf Hipotezi’nin güçlü bir görüş olduğu sanısı uyanıyor. Aslında durum tam tersi: Hipotez bu haliyle (yani dilimiz dünyamızı belirler—buna dilsel belirlemecilik deniyor) fazla güçlü ve bir geçerliliği yok. Görüşün hayli zayıflatılmış hali olan “Dilimiz dünya algımızı etkiler” de—buna da dilsel görecelilik deniyor—tartışmalı olsa da bir miktar kabul edeni olan bir pozisyon. Şimdi dilsel belirlemeciliğin neden geçerli olmadığını görelim. Şöyle bir yol izleyeceğiz: Dilsel belirlemeciliğin dayandığı iki öncül var gibi: Birincisi, dünyayı zihnimizde temsil ederken, dünya hakkında düşünürken vs. anadilimizi kullanırız şeklinde ifade edilebilir. İkincisi de, diller birbirinden tamamen farklıdır gibi bir kabul. Bu öncüllerden çıkan sonuç da tabii farklı dillerin farklı dünya temsilleri ve dolayısıyla da farklı dünyalar kurduğu oluyor. Hipotezin iki öncülünü ve bunlardan çıkan sonucun gözlemsel verilerle uyuşmadığını göreceğiz.
Öncelikle, düşüncenin asli aracının, medyumunun anadilimiz olduğu fikri hayli naif ve bilişsel bilimlerdeki yeni deneysel bulgularla örtüşmeyen bir görüş. Düşünceyi ikiye ayırmak mümkün: Bilinçli düşünce, yani bizim içe bakış yoluyla görebildiğimiz, kimi zaman anadilimiz vasıtasıyla işleyen düşünce. İkici tür düşünce de bilinçdışı düşünce, yani içe bakış yoluya gözlemleyemediğimiz düşünce. Her iki tür düşünce de bir tür temsil sistemine dayanmak zorunda. Bir benzetmeyle anlatmaya çalışayım: Bilgisayarların donanımı Microsoft Office vb. muhtelif yazılımlar işletir. Biz de bilgisayarı bu yazılımlar yoluyla kullanırız. Yazılımların içini açıp bakınca ise bunların semboller, komutlar vs.’den oluşan bilgisayar dilleriyle yazıldığını görüyoruz.
Beynimiz de buna benzer şekilde muhtelif yazılımlar kullanarak işliyor; düşünce bu işte. Düşüncemizin de bir şekilde sembolik bir temsil kullandığı düşünülüyor. Peki bu sembol sistemi nasıl bir şey, yani örneğin anadilimiz olabilir mi? Bir, bilinçdışı düşüncenin anadilimizi kullandığına dair hiçbir veri yok. Hatta zihnimizin muhtelif işlevlerinde, ör. yön bulma, hafıza vb. tek bir sembol sistemi kullanmıyor olması bile kuvvetle muhtemel. İki, bilinçli düşüncenin bile çok az bir kısmını anadilimizi kullanarak yürütüyoruz. Diğer bilinçli düşünce modları sözlü olmayan imgeler, görüntüler, dilsel olmayan sesler vs. vasıtasıyla işliyor. Düşüncemizin, dünya deneyimimizin dilimizle sınırlı kalmadığını belki küçük bir iki örnekle daha somut bir şekilde anlatabiliriz. Bu örnekleri, 1984 romanında benimsenen, söz dağarcığının şekillendirilmesi yoluyla düşüncenin belirlenmesi fikri ile karşılaştırın.
Birçoğumuz yazın bir ağacın gölgesinde otururken ağacın dalları ve yaprakları arasından süzülen gün ışığını seyretmiştir. İnsana huzur veren, güzel bir görüntüdür. Bu görüntü için Türkçede herhangi bir sözcük yok ama onla ilgili bir şeyler yazabiliyoruz, düşünebiliyoruz vs. Japonlarsa bu görüntüye isim vermişler: komorebi. Yani bu güzel görüntüyü ifade eden bir sözcüğün onların dilinde olması bizimkinde ise olmaması düşünsel boyutta herhangi bir fark yaratmamış, bize engel olmamış. Gene birçoğumuz bilir, kedi köpek yavruları, bebekler gibi küçük şirin şeyleri mıncıklama, dişleme arzusu duyarız. Bunun için de Türkçe bir sözcük yok ama bu bizim bu konuda yazmamızı, düşünmemizi, konuşmamızı engellemiyor.
Filipinler’de konuşulan Tagalog dilindeyse bu arzu için bir sözcük var: gigil. Sözcüğün olması da olmaması da düşünsel bir fark yaratmışa benzemiyor. Bağlayacak olursak, zihnimizin kullandığı sembol sistemi ya da sistemleri dünya temsilimizi ve dolayısıyla içinde yaşadığımız dünyayı belirliyor olmalı. Ama bu sembol sistemlerinin anadilimizle ilgisi yok.
Sapir–Whorf Hipotezi’nin ikinci öncülüne karşı da denebilir ki dünyada an itibariyle 7097 dil olsa da ve bu diller bazen birbirinden çok farklı görünse de bu görünüşün altında yatan yapıya baktığımızda dillerin evrensel bazı dilbilgisi özellikleri paylaştığını görüyoruz. Buna Evrensel Gramer deniyor. Evrensel Gramer gayet spesifik ve formal bir takım özellikler bütünü.
Bir örnekle biraz daha somut hale getireyim: Kendi gibi dönüşlülük zamirlerinin ve o gibi diğer zamirlerin nerelerde kullanılabileceği ile ilgilenen alana Bağlama Kuramı deniyor. Bu kuramın A ilkesi şunu der: Dönüşlülük adılları, içinde yer aldıkları en küçük cümledeki bir adla ilişkilendirilmek zorundadır. Örneğin, [Deniz [Cem kendine fazla güveniyor] dedi] cümlesinde kendi Cem ile ilişkili olmak zorunda, Deniz ile ilişkili olması mümkün değil. Bu durum sadece Türkçeye özgü bir şey de değil; hangi dile baksak dönüşlülük zamirlerinin böyle davrandığını görüyoruz. Bağlama Kuramı’nın A ilkesi Evrensel Gramer’in bir parçası yani.
Evrensel Gramer böyle spesifik bir içeriğe sahip olması yanında modern kuramsal dilbilimin ortaya çıkarmaya çalıştığı temel şey. Yani hem gayet spesifik hem de gayet merkezi bir yer işgal eden bir konu. Farklı geleneklerden çok sayıda dilbilimci bunla ilgileniyor. Özetle, dillerin karşılaştırılamayacak derecede birbirinden farklı olduğu iddiası geçerli bir iddia değil günümüzde. Sapir–Whorf Hipotezinin iki öncülü güncel bilimsel bulgularla ve gözlemsel verilerle uyuşmadığı gibi, bunlardan çıkan, farklı dillerin farklı dünya temsilleri ve dolayısıyla da farklı dünyalar kurduğu şeklindeki sonuç da gözlemsel verilerle uyuşmuyor.
Bir örnek şu: Dillerdeki renk sözcüklerinin sayısı büyük farklılık gösteriyor. Kimi diller geniş bir söz dağarcığına sahipken kimi diller sadece açık/koyu ya da siyah/beyaz şeklinde Türkçeleştirilebilecek iki renk sözcüğü kullanıyor. Eğer Sapir–Whorf Hipotezi doğru ise iki renk sözcüğüne sahip bir dili konuşan insanların dünyayı siyah-beyaz algılaması gerekirdi. Peki öyle mi? Tabii ki değil, bu konuda yapılan deneysel çalışmalar bunu gösteriyor. Bu dilleri konuşanlar da anadili Türkçe ya da İngilizce olanlar gibi yağmur yağdıktan sonra gökkuşağının renklerinin tadını çıkarabiliyor. Diğer bir örnek Hopi dilinden verilebilir. Whorf’un 1936’da yazdığına bakılırsa,
Hopiler ve dilleriyle ilgili bu sözler Geliş filmindeki uzaylıların zaman anlayışına esin kaynağı olmuşa benziyor. Ancak daha sonra yapılan çalışmalar ne Hopi dilinde zaman ne de Hopilerin zaman algısı ile ilgili bu yazılanların herhangi bir geçerliliğinin olmadığını gösterdi. Ama bu iddialar özellikle New Age tarzı dünya görüşleri olan insanlar arasında bir mit olarak yayıldı. Hopilerin zamanın dışında yaşayan bir halk olduğuna dair romantik bir inancı olan insanlar hala mevcut.
Sonuç olarak şunları diyebiliriz: Anadilimiz vasıtasıyla yürüttüğümüz düşünce faaliyeti toplam düşünce faaliyetimizin yanında çok cüzi kalıyor. Ayrıca diller arasındaki farklar da bu dillerin arasındaki ortaklıklar düşünüldüğünde gayet cüzi. Bunlar yanında, farklı diller konuşan topluluklar da nesnel gerçekliği farklı algılamıyor, farklı nesnel gerçekliklerde yaşamıyorlar. Yani her ne kadar edebiyatta ya da sinemada Sapir–Whorf Hipotezi ilginç kurgusal anlatılar üretmemize imkan veren ilginç bir görüş olsa da kurgusal olmayan dünyada pek bir geçerliliği yok.