Geçtiğimiz yıllarda televizyona dil üzerinde kelam eden pek ilimli bir zat çıkardı. Programının bir bölümünde “Farsçanın Soğutça adlı kaba bir lehçesi” şeklinde bir laf sarf ettiğini hatırlarım. Yani Farsça — tabii ki — ince ve ali, Soğutça ise çirkin ve müptezel. Kaba/ince sınıflandırmasına doğru/yanlış yaftaları da eşlik ediyor çoğu kez. Yani güzel bulunan diller ve lehçeler aynı zamanda doğru ve örnek alınması gerekenler, çirkin olanlarsa yanlış ve kaçınılması gerekenler. İlkel dil olmadığını, kaba dil/ince dil, doğru dil/yanlış dil gibi ayrımlar da ilkel dil/gelişmiş dil türünden sınıflandırmalar kadar temelsiz. Bunu göstermek için önce dillerin, lehçelerin, ağızların – yani dilsel “varyant”ların – statülerini nereden aldığını inceleyelim; bu statüyle gelen güzellik/çirkinlik, doğruluk/yanlışlık algılarının kaynağına bakalım. Sonra da bu varyantlara ilişkin beğenilerimizin kültürel önyargılardan ibaret olduğunu görelim.
Hiçbir dilin ya da lehçenin kendinde mündemiç bir yüceliği yoktur. Sosyodilbilimciler hangi topluma baksalar şunu görüyor: Bir varyant yüksek bir itibara sahipse, bu itibar o varyantı konuşan sosyal grubun yüksek itibarına sıkı sıkıya bağlı oluyor. Bunun tersi de geçerli: Toplumsal itibarı düşük olan sosyal grupların yüksek prestijli varyantları olmuyor. İki örnekle durumu somutlaştırayım. Türkiye’de İstanbul Türkçesi en prestijli ağız. Bunun tek nedeni de şu: İstanbul 1600 yıl boyunca üç imparatorluğun başkenti olmuş. Yüzyıllarca dünyanın en önemli merkezleri arasında yer almış. Burada yaşayan zümre hep iktidar sahibi olmuş. “Şehrî” denince sadece İstanbul şehrinin sakinleri anlaşılmış.
Civar coğrafya bu insanları beslemek için seferber olmuş. Bu şartlar altında benim minik ve unutulmuş memleketim Manyas’ın çiftçilerinin konuştuğu ağız itibarlı olacak değil herhalde! İstanbul Türkçesi için geçerli olan durumun tam tersi Kürtçe ya da Romanca için geçerli. Memleketimizde Kürtlerin de Çingenelerin de pek itibarlı olmadıkları, birçok kişi tarafından hakir görüldükleri aşikâr – hiç hoş olmasa da bu bir vakıa. Bunun bir uzantısı olarak da bu etnik grupların konuştukları dillerin neredeyse hiçbir saygınlıkları yok.
Nasıl hiçbir varyantın kendinden kaynaklı bir yüceliği yoksa, hiçbir varyantın kendinde mündemiç bir doğruluğu da yoktur. Her dil bir ağızlar mozaiğidir. Yani Türkçe denen dil; İstanbul ağzı, Doğu Anadolu ağızları, Karadeniz ağızları vb. bir sürü ağzın toplamı. İstanbul ağzı yukarıda belirttiğim nedenlerden ötürü diğerlerinin arasından sıyrılmış bir ağız sadece. Ama Türkçenin asıl ve en doğru hali sanılıyor. Diğer ağızlar da bu “asıl” Türkçenin ağızları sanılıyor. “Asıl”dan uzaklaştıkları için de yanlış kullanım içerdiklerine kanaat getiriliyor. Bu kanı yöresel ağızları konuşanlarda bile yer etmiş: Geçen yıllarda Mardin’de yörenin ağzını konuşan bir Türk pazarcı bana “Biz burada düzgün Türkçe konuşmayı bilmeyiz abi!” demişti.
Uzun lafın kısası, İstanbul ağzı konuşan birinin “Dereye gidip kazan kurmuşlar, giysi yıkamışlar” demesi, Alanya ağzı konuşan birinin “Dereye gedip gazan guruklaa, geesi yüyüklee” demesinden daha doğru değil. Bunlar farklı dil kullanımları sadece, lehçebilimcilerin de azığı.
Son olarak, hiçbir varyantın kendinde mündemiç bir güzelliği de yoktur. Bir varyanta atfettiğimiz estetik değer bizim kültür alanımız dışındakiler tarafından çoğu kez paylaşılmaz.
Çok sayıda dil için yapılmış bir gözlem var: Örneğin, Portekizcenin Coimbra ve Lizbon şehirlerinde konuşulan ağzı en itibarlısıdır; Portekizce konuşulan ülkelerde en güzel ağız o kabul edilir. Ama o kültür alanı dışındaki insanlara, yani yabancılara Portekizcenin farklı ağızları dinletilip en güzelleri hangisi diye sorulduğunda çok farklı bir tablo çıkıyor: Birçok yabancı Lizbon ağzını hiç de güzel bulmuyor, ondan tamamen farklı, çoğu kez de Portekizce dünyasında itibarlı bulunmayan bir ağzı beğeniyor. Aynı durum Türkçe için de geçerli: Türkçenin sizli bizli kibar kullanımı Türkiye’de pek beğenilir. Ama beni bu şekilde konuşurken hangi yabancı dostum duysa ne garip ve komik bir dil konuştun dedi şimdiye kadar.
Tam tersine bir Türk dostumla konuşurken kullandığım samimi ve hatta kaba saba Türkçeye de çoğu yabancı bayılıyor. Kendimden bir diğer örnek vereyim: Bana Hollanda dilinin Limburg ağzı çok yumuşak ve ahenkli gelir. Ama komiktir ki Hollanda’da Limburg ağzı konuşanların pek de zeki ve eğitimli olmadıklarına dair bir algı var. Dillere, lehçelere, ağızlara yapıştırdığımız çok sayıda sübjektif etiket var. Bu etiketlerin, o dillerin ve lehçelerin kendisiyle hiçbir alakası yok; ya bir zümrenin toplumsal statüsünden ya da türlü çeşitli kültürel önyargılardan etkileniyoruz. Bu sübjektif yargıları hakikatin kendisi sanmamız da çok sayıda başka önyargıyı besliyor, birlikte yaşamamızı zorlaştırıyor. Diller dünyasında bunların hiçbir temeli yok neyse ki!